14 Ekim 2009 Çarşamba

SİRK


"Bir insanin yaşamının en önemli kısmi, iyilik ve sevgi adına yaptığı küçük, isimsiz ve anımsanmayan eylemlerdir.
"Ergenlik dönemindeydim ve babamla sirk bileti kuyruğunda bekliyorduk. Sonunda bilet gişesiyle aramızda tek bir aile kalmıştı. Bu aile beni çok etkiledi. Hepsi de 12 yasin altında tam sekiz çocukları vardı. Çok varlıklı olmadıkları her hallerinden belliydi. Üzerlerindeki giysiler pahalı şeyler değildi, ama tertemizdi. Çocukların hepsi babalarının arkasında ikişerli sıra olmuş, el ele ve terbiyeli terbiyeli sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Neşe içinde palyaçolar, filler ve o gece görecekleri değişik şeyler hakkında konuşuyorlardı. Daha önce sirke gitmedikleri konuşmalarından belliydi. O gece hiç şüphesiz yaşamlarının çok önemli bir gecesi olacaktı. Anneyle baba gururla çocukların önünde duruyorlardı, el ele tutuşmuşlardı.
Gişedeki memur babaya kaç bilet istediklerini sordu.
Baba gururla, "İki tane esimle kendim, sekiz tane de çocuklarım için bilet istiyorum." diye yanıtladı onu.
Gişe memuru biletlerin bedelini söyledi. Annenin eli, babanın elinden ayrıldı ve başı öne düştü. Babanın dudakları titremeye başladı. Baba gişeye biraz daha yaklaştı ve "Ne kadar dediniz?" diye sordu.
Gişe memuru biletlerin bedelini yineledi. Adamın o kadar parası yoktu. Simdi nasıl donup çocuklarına onları sirke götürecek kadar parası olmadığını söyleyecekti?
Babam olanları görünce elini cebine soktu,cebinden bir 20 dolar çıkarttı ve yere düşürdü (biz de çok varlıklı bir aile değildik). Babam sonra yere eğildi, parayı yerden aldı, adamın omzuna dokundu ve ona, "Affedersiniz, bu para cebinizden düştü" dedi. Adam olan biteni anlamıştı. Dilenmiyordu ama çok çaresizdi ve utanç duyduğu ve çok üzüldüğü bu durum karsısında yapılan yardımı minnetle karşılamıştı.
Babamın gözlerinin içine baktı, elini iki elinin arasına aldı, 20 doları aldı, dudakları titrerken babama "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, bayım. Bu yaptığınızın benim ve ailem için önemi çok büyük." dedi.
Biz babamla arabamıza bindik ve evimize döndük. O gece sirke gidemedik, ama bunun hiç önemi yoktu."

İYİLİK


Adam kapıyı açtığında, polislerle karşılaştı.
Heyecanla:
-Bir şey mi istediniz? Diye sordu. Bir olay mı var?
İçlerinden komiser olanı:
-Geçen yıl evinizi soyan hırsızı yakaladık, diye cevap verdi. İfadesinden, bu eve de girdiğini anladık.
Adam polislerin arasında sıkışıp kalan 18-20 yaşlarındaki genci bir müddet süzdükten sonra:
-Buyurun, içeri girin, diye kenara çekildi. Herhalde bazı şeyler soracaksınız.
Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Adam önce polislerin, sonrada hırsızın elini sıkarak:
-Geldiğinize sevindim, dedi. Bu gençle tanışmayı da çok arzu ediyordum.
Polislerden biri:
-Herhalde yanlış anladınız, diye lafa karıştı. Bu delikanlı sivil polis falan değil, evinize giren hırsızdır.
Adam:
-Daha o kadar yaşlanmadım memur bey, diye çıkıştı. Hırsız olduğunu biliyorum ama, açık söylemek gerekirse şikayetçi de değilim.
Konuşulanlar, hırsızı da şaşırtmış görünüyordu. Adam, misafirlerine şeker ikram ettikten sonra tane tane konuşmaya devam etti:
-Evim soyulmadan önce geç vakitlere kadar oturur, haliyle sabah namazlarına kalkamazdım. Ve çok istediğim halde, günde bir sayfa bile Kur’an okumaya vakit bulamazdım. Kıldığım namazlarda, Allah kabul etsin hep yarım yamalak olurdu. Ama delikanlı, bilmeden de olsa beni bu gafletten kurtardı.
Polislerden biri dayanamayıp atıldı:
-Ne yaptı ki bey amca?
Adam, biraz önce ikram ettiği şekerleri kutusuyla birlikte hırsızın önüne koyarken:
-Daha ne yapsın ki evlat, diye gülümsedi. Evime girdiğinde, televizyonumu çalmıştı…
‘‘Gerçekten de bundan daha güzel iyilik olabilir mi? Ya televizyonun bizden çaldığı zamanı kim geri getirebilir?…’’

KÖRLERİN HİKÂYESİ


Dere, tepe, dağ, bayır dolaşmayı seven tek gözlü bir adam varmış, yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş.
Bir gün uzaklarda, renkleri karma karışık, alacalı, bulacalı garip bir köy görmüş. Yaklaşmış köyle doğru, yollar bir tuhaf, evler bir tuhaf insanları bir tuhafmış bu köyün.
Girince köyün içine anlamış meseleyi: körler köyü imiş burası. Kadınlar, erkekler, çocuklar, velhasıl herkesin sımsıkı kapalı imiş gözleri...
Bizim tek gözlü gezgin karar vermiş bu köyde yaşamaya; “Hiç değilse benim bir gözüm var diyormuş. Körler ülkesinde şaşılar kral olur derler; ben de bunların başına geçer kral gibi yaşarım.”
Körlerin gözleri yokmuş ama, elleri burunları, bilhassa kulakları çok hassasmış ve kendi kurdukları düzenlerinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Tek gözlü adam onların şaşkın hallerini seyrediyormuş; yürümeleri başka, konuşmaları başka başka türlü imiş. Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış, bunu sadece tek gözlü adam görmüş ve bağırarak ilan etmiş;
- Filancanın malını filanca çaldı!!! - Körler: Nereden biliyorsun, o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
- Tek gözlü adam: Ben duymadım gördüm. Gözüm var benim, görüyorum.
Körler göz diye, görme diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllardır çoktan unutmuşlar bu hissi.
- Ne demek görmek, nasıl görüyorsun, yani duyulmayacak uzak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
- Anlıyorum tabi demiş adam.
- Ya o zaman imtihan edeceğiz seni, sana inanmıyoruz!
Adamı alıp uzak bir yere dikmişler, hiçbir şeyin işitilemeyeceği bir mesafe olduğunu biliyorlarmış.
- Anlat bakalım ne yaptığımızı!
O da anlatmış:
- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, beriki bacağını sallıyor v.s.
Bir ara körler bir evin içine girmişler ve bağırmışlar: Anlatsana..
Adam: İçeri girdiniz, göremiyorum.
Körler: Ne oldu yani içeri girmekle! Elli santim fark var haydi anlat diye bağırmışlar.
- Arada duvar var, göremiyorum demiş adam.
- Sen atıyorsun, demin söylediklerin tesadüf etti, bak şimdi bilemiyorsun.
- Çıkın dışarı söyleyeceğim demiş adam.
Körler: Ha içeri he dışarı, ne fark eder yani, bu kadar uzaktan duyabildiğine göre!
- Ben duymuyorum, görüyorum diyormuş adam.
Körler: Öyle şey olmaz. Sen de bir bozukluk var, saçmalıyorsun, acaip şeyler
söylüyorsun, seni hekime muayene ettireceğiz.
Adamı yaka paça yakalayıp köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii. Elleri ile adamı yoklamaya başlamış. Vücudunda, bacağında, yüzünde gezdirirken elini;
- Buldum, demiş, bozukluk burada!
Adamın açık olan gözünü kastederek hekim devam etmiş, saçmalaması bundan dolayı, ben şimdi düzeltirim hallederim bu işi.
Körler ülkesinde kral olmaya kalkan tek gözlü gezgin zor kurtarmış
kendisini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar, saçmalıyor sanırlar, düzeltip kendilerine benzetmek için de var olan gayretleri ile gören gözleri çıkarmaya çalışırlar. Çünkü iyilik yaptıklarını sanırlar.
Beyni kalıplaşmış insanlar ve topluluklar da doğru algılayamaz, değerlendirme yapamazlar.
Hoşgörüleri yoktur. Kendi karanlık düzenlerine alışık olduklarından her yeni davranış ve düşünceyi kendilerine benzetmek gibi bir “iyi niyet” taşırlar...

KAFESİN İÇERİSİNDEKİ HAYAT



Yükseklerde süzülen kartalın dikkatini aşağıda bir şeyler çeker. Alçalmaya başlar. Gördüğü bir kafestir. Kafesin içerisinde bir hayat vardır. Kartal kafesin yanına usulca konar ve içerideki hayatı bir süre izler. Hayat ileriye doğru hareket eder, kafesin parmaklıklarına çarpar. Geri gider, bir kaç adım attıktan sonra tekrar parmaklıklara çarpar. Sağa gider, parmaklıklara çarpar; sola gider parmaklıklara çarpar. Kartal Hayat'a sorar; 'Orada ne yapıyorsun?' 'Ben mi? diye karşılık verir Hayat. 'Ne yapabilirim ki? diye yakınır. 'Dört bir tarafım çevrili, hapsolmuş durumdayım. Dışarı çıkmayı denedim, ama olmuyor işte.' 'Peki gerçekten dışarı çıkmak istiyormusun?' diye sorar kartal. 'Evet!' der hayat. Kartal,güçlü pençeleri ile kafeste hayat'ın dışarı çıkabileceği kadar bir yer açar. 'Artık özgürsün,hadi dışarı gel!' der. Hayat tedirgin bir şekilde içeride kalmaya devam eder. 'Gelmek istemiyorum. ' der. 'Neden,hep özgür olmak istemiyormuydun? 'Evet ama.....' 'Ama ne?' 'Burada ne kadar özgür olmasam da, mutsuz da olsam,yine de güvendeyim. Dışarıda beni neyin beklediğini bilmiyorum. Burada kısıtlanmış da olsam mutlu bir mutsuzluğum var,burada her şeye alıştım.' Kartal, 'Ben sana dışarıda yardım ederim' der. Hayat ürkek adımlarla kafesin açılan kısmına gelir. Aralığı tam geçmek üzereyken birden geriye, kafesin en uzak köşesine geri kaçar. Kartal içeri girip Hayat'ı dışarı çıkarır ve pençeleriyle kavrayıp yükselmeye başlar. Hayat öylesine korkar ki, kalbi neredeyse dışarı fırlamak üzeredir. Kartala sıkı sıkıya tutunmanın ve güvenmenin dışında yapabileceği başka bir şeyi kalmamıştır artık.
Yükseldikçe yükselirler. Dağların zirvelerini aştıktan sonra Kartal Hayat'a, 'Hadi atla, şimdi tek başına uçacaksın. 'der. Hayat artık bu korkuya ve heyecana daha fazla dayanamayacağını hisseder. 'Ne uçması! Ben hayatım boyunca kafesin içerisinde yaşadım, dışarı bile çıkmadım.' diye kekeler. Bir yandan da Kartalın bu derece emin ve soğukkanlı bir şekilde bunu kendisinden istemesine bir anlam vermeye çalışır. Ve birden bire Kartal Hayat'ı bırakır ve Hayat düşmeye başlar. Kafesten dışarı çıkmanın ne kadar büyük bir hata olduğunu düşünür. Kartal ise Hayat'ı izlemekle yetinir. Tam yere çakılmak üzereyken, Hayat kanat çırpıp uçmaya başlar ve yere güvenlice iner. Kartal da ardından büyük bir ustalıkla süzülerek yanına konar.
Hayat olup bitenlere hala inanamıyordur. Kafesin dışına çıkıp uçan o muydu, yoksa bu bir rüya mıydı? O neredeyse yüreğini durduracak korku geçmiştir artık. Kendini dışarıda daha rahat hissetmeye başladığını düşünürken, karşılarında bir aynanın olduğunu fark eder. Aynada iki kartal görür. Yanına bakar, Kartal oradadır. Diğer yanına bakar, ikinci kartalı göremez. Arkasına bakar, orada da yoktur. Aynaya tekrar bakar; iki kartal, yanına bakar; bir kartal. Kartal kanat çırparak batmakta olan güneşin kızıla boyadığı gökyüzünün enginliğinde kaybolur. Hayat aynaya tekrar bakar, bir kartal. Yanına bakar, kartal yoktur. Gözleri herhalde o gün yaşadığı heyecanın etkisiyle üzerinde oyunlar oynuyordur diye düşünür. Gözlerini iyice ovuşturduktan sonra tekrar aynaya bakar; bir kartal, etrafına bakar, kartal yoktur. Sonunda gerçeği kavrar: O bir kartaldır. Ama daha önce bunun farkına varamamıştır.....

Kabağın da Sahibi Var


"Vaktiyle Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücahede makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
“Kabak aşağı, kabak yukarı…” Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi? Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..

Dert Ağacı


Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun ise bir saat geç gelmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti.Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti.
Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu,dalların uçlarına her iki eliyle dokundu. Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi. Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde ; ağacın yanından geçerken merakim daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.
"O, benim dert ağacım," dedi.
"Elimde olmadan işimde bazı sorunlar çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, esime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her aksam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz?"Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum...."
Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir !

Bedevi


Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş.Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.
Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş:
“Eğer anlatırsan, demiş bedevi,Bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”
Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, Millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık.
Ufkumuzda şafak türküleri tütüyor olacaktı.
Kardelenlerimiz çoktan yeşermiş olacaktı?..
Menfaatimize göre değil, vicdanımıza göre yaşayacağımız bir hayat dileğiyle,
Her şey gönlünüzce olsun.